2 Eylül 2009 Çarşamba

HESAP VERİYORUM -1-

Babam 2000'in başlarında yaşamını anlatan bir otobiyografi hazırladı. Hesap Veriyorum adı altındaki bu biyografiden sonra zaman içinde bazı görüşleri değişmiş olabilir. Orhan UYSAL'ı anlamak için önemli bu biyografinin ilk bölümünü aşağıda bulabilirsiniz.
----------------------------------------------------------------------------------

HESAP VERİYORUM


İnsanların hayatında öyle kritik dönemler olur ki; bir anda bütün gerçekleri kavrayıp geçmişte yaşadığı sorunların hiç bir önemi olmadığını kavrarlar. Boşa geçen yılların bir daha gelmeyeceğini bilerek pişmanlık duyarlar.

Benim de gerçeklerin ne kadar acı olduğununun bilincine vardığım bu an bir kalp kirizi geçirmemle oldu. Bir anda dünyada ki bütün görevlerimin sona erdiğini artık bu dünyada ne kadar bir zaman yaşayacağımın bilinmeyecek bir sonla noktalanacağına inandım.

Bir ölüm olayının çevremdeki yakınlarımca nasıl karşılanacağını görmem de bana yepyeni bir evrenin kapılarını açtı. Bir dine inanmış olmadığım için benim için hayatın son aşamasının ne şekilde yorumlanacağını gerçek yaşamımdan kesitler sunarak sizlere sunmak istiyorum.

Bir mümin olsa idim ;din kitaplarında veya bu konuda yorum yapan din alimlerinin sözlerinde analatıldığı gibi günahkar veya kamil olmama göre ya korkunç bir azap içinde cehennem denilen bir mekanda kalacak veya kamil bir insan olarak cennet denilen dünyadaki bütün yasak olan şeylerin bol bol sunulduğu bir mekanda bulunacaktım. Ben bir ateist olduğuma göre başka bir dünyam olmayacaktı. Öyle olunca da bu dünyada yaptıklarımın hesabını vererek aklanmalıydım.

Dün bir gazetede sayın Korkut Özal ‘la yapılan bir röportajda bir gazetecinin servetinde ki bu büyük artışın nedenlerini sorduğunda Korkut Özal’ın yanıtı:
-Ben yalnız Allaha hesap veririm diyebiliyordu.Allah’ın hesabını sorduğu zaman acaba ne yanıt verecekti merak ediyorum.Oysa ki bu serveti kazanırken dünyada ki bir çok işlemlerden dolayı hesap vermesi gereken insanların olacağı ve onların bu dünyada kendisinden alacaklı veya borçlu olacaklarını hiç düşünmüyordu..Diyelim ki Tanrı Sayın Korkut Özal’a:
-Ya kulum ben senin dünyada kazandığın servetin yarısını dünyada bana vermeni istiyorum deseydi acaba nasıl hareket ederdi? veya;
Sayın Korkut Özal bu paraların hesabını bana vermen bir şeye yaramaz .Çünki benim senin kokmuş paralarına ihtiyacım yok kazandığın bu servetin kaynağı dünyada olduğuna göre:
-HESABINI DÜNYADA VER deseydi ne olurdu.

Bu güne kadar aklımın erdiği andan (1947-2000) tam elli üç yıl geçti. Dünya da hesap vererek kendini aklamış olan çok az kişi tanıyorum.Herkes hesabını öbür dünyada Allaha vereceğini söyleyip insanlara vermesi gereken asıl hesabını vermeden ölüp gidiyor.İşte bu nedenle ben hesabımı sizlere ,siz sevgili insanlara vermek istiyorum.

Ey insanlar ; siz ki iki milyon yıldır benim bu günki değerlere erişen bir insan olmama emek verdiniz. Bir insansı varlık iken vahşi dünyanın bütün tehlike ve acımasız doğanın her türlü soğuk,sıcak,sel,fırtına,tufan ve kıtlıklarına karşı savaştınız.İki milyon yıldır avlanmak için basit taşları yontmakla başlayan savaşımınıza bu gün atom bombasını yapacak kadar geliştirdiniz.Yazının icadından başlayarak bu günki şaheserleri yazabilecek bir seviyeye geldiniz. Mağara kovuğundan evler yerine bu gün her türlü konfora sahip evleri yaptınız.Doğanın bilmediğiniz ve korktuğunuz varlıklarına tapınrak bu gün ateist bir aşamaya kadar geldiniz.Tek tanrılı dinleri size peygamber olduğunu iddia eden ve kendi dininden olmayanları dışlayıp ölüme mahkum eden bir felsefenin esaratinden kendinizi kurtardınız.Ben sizin iki milyon yıllık emeğinizin mahsülü olduğumu biliyor ve hümanist bir felsefenin savunucusu olarak HESABIMI SİZE VERMEK İSTİYORUM.

Ben bu gün hayatta bir varlık olarak dünyada bulunuyorsam bu sizin eserinizdir.Şimdi bir insan olarak benimde size olan borçlarımı ödememin zamanı geldiğine inanıyorum.Benim insanlık borcumu bu kadar basit bir çabayla ödeyemiyecegim açık, ne var ki insanlık kervanında benimde bir nebze tuzum olsun istedim.

HAYATIMIN EVRELERİ:

BİLMEDİĞİM ZAMANLARA AİT OLANLAR:

1931 yılının mayıs ayının 21 inde Çorum’da dünyaya gelmişim.O zamanın gelenekleri ile bir tecrübeli ebe’nin (Berber Emine) yaptırdığı doğum sonunda ailemin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim.

Ataerkil bir aile düzeni içinde olan ailemin en büyüğü olan Hamdi dedemin evinde oturuyorlarmış. Babamın bana doğumumdan sonra :

-Dünyaya hoş geldin bile demediğini söylediklerinde bu ailenin nasıl bir baskı altında bulunduğunu anlatmağa yeter sanıyorum.Annemin bir erkek çocuk dünyaya getirmenin sevincini tadıp tadmadığını bilemiyorum.Dedem iri yarı ve mahallesinde bir lider olarak herkes tarafından sayılan otoriter bir insandı.Babamın daha önceki evliliğinden olan iki erkek çocuğu bulunuyordu.Benim bu aile düzeni içinde yerim ne olacaktı pek bilmiyorum.Dedemin daha önce dünyaya gelen iki torunundan sonra bir üçüncü torunu olmam nasıl bir değişim yaratabilecekti bilinmez..Ne var ki daha kırk günlük bir bebek iken batıl inançların kurbanı olmuşum.Kırk karışması denilen bir ölü evinden başka bir yere uğramadan direk olarak doğan çocuğun evine gelindiğinde böyle bir inanç gereği benim Söğüt Değirmeni’nde yıkanmama karar vermişler.Bu bana bir ay süren bir zatürre hastalığına neden olmuş.Benim hastalanmamın ve bunun basit bir hastalık gibi görülerek hiç bir tedavi görmeden devam etmesine annem dayanamamış ve babamın, dedemin evinden ayrılmasıyla sonlanmış.

Babam evdeki huzursuzluğu kendisinin Çorum’dan tayinini istemekle çözümleyebiliyor.Babam bu olayı anlatırken:

“Çorum’da idadi (ortaokul) da matematik öğretmeni olarak görev yaptığını ve çok başarılı bir hoca olarak okul müdürü Vehbi Bey’in göz bebeği olduğunu söylerdi.
Okul müdürü ona
- Sen benim ruhumsun. Seninle her zaman birlikte çalışmaktan kıvanç duyuyorum sen ne istersen ben yerine getiririm dermiş.Bir hendese dersinde bir müfettiş teftişe gelmiş.Babamın ortaokuldan sonra öğretmen okulundan mezun olmadığı için onu küçümsemiş.Sana böyle zor bir dersin sorumluluğu nasıl verilebilir diye okul müdürüne çıkışmış. Bu sözler babamın onuruna dokunmuş ve müfettişe:

-Beyefendi lütfen önceden karar vermeden dersime gelip dinleyin eğer bu sizi tatmin etmezse derhal istifa etmeğe hazırım demiş.Müfettiş bu öneriye alaylı bir gülümseme ile

-Peki yarın hazır olun dersinize geleceğim ondan sonra karar veririm demiş. Babam müfettişin geleceği güne o zaman için yenilik sayılabilecek ders araçları (prizma,koni,küp,dörtgen,pramit) gibi öğrencilerin gözüne de hitap eden bir tarzda dersini vermiş.Bu yenilikleri görünce müfettiş çok duygulanmış babama:

-Ben bu güne kadar bir çok öğretmeni denetledim.Gerçekten şunu içtenlikle söyleyim ki bu kadar güzel bir ders analatılmasını ilk defa görüyorum.demiş. Babam bu söz üzerine

-Beyefendi ben hernekadar orta okuldan sonra öğretmen okulunda okuma olanağını bulamadım.Ne var ki kendimi onların ders aldığı ve öğrettiği kitaplarıda alarak yetiştirdim. Eğer isterseniz öğretmen okulundaki verilen sınavlara girip kendimi kanıtlarım demiş.Bu sözle üzerine müfettiş

-Buna gerek yok ben sana öyle bir kadro vereceğim ki bu okuldaki diğer hocaların en üstünde senin kadronu teklif edecegim demiş ve babam o zaman 100 kuruş olan en yüksek maaşla asil olarak öğretmen kadrosuna atanmış. Bu durum diğer öğretmenlerin kıskançlığını ve çekememe gibi sorunlara da neden olmuş.Babamın ailevi nedenlerden dolayı bir köy okuluna tayin isteğine okul müdürü:

-Oğlum senin aklından zorun mu var neden böyle bir istekte bulunuyorsun demiş.

Babam :

Bu ailevi bir sorun olduğundan zorunlu olarak bu tayinin yapılması gerekiyordu eğer bu durum da okulda devam etseydim evdeki huzursuzluğum benim görevimdeki başarımdan daha ağır sorunlara neden olacaktı derdi.

Okul müdürü babama:

-Çok üzüldüm herhalde çaresizlikten böyle bir karara vardın .İnşallah hakkında hayırlı olur.Ben gene de sana bir aylık bir süre düşünmeni öneriyorum demiş.

Babamın Farzat köy okulu öğretmenliğne tayini çıkmış. Babam hasta bir çocuk, genç ve cahil bir eş ile köy okuluna o zamanın yaylı denilen at arabaları ile gitmiş ve göreve başlamış.

Türkiye’nin Atatürk’le başlayan garp kültürünü özümsemesi Cumhuriyet’in kabülü ile hız kazanarak marifde de bir çok değişimin yapılmasını gerektiriyordu. Harf inkilap’ının 1928 de kabülü bu zincirin en önemli halkalarından birisidir.

Bilindiği gibi Cumhuriyetin ilanından sonra uygulamaya konulan 1924 anayasasında henüz “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır kaydı yer alıyordu .Yapılan bir sürü değişimle de:

1923 Hilafetin kaldırılması
1924 Şeriye ve evkaf vekaletinin ilgası
1924 Tevhidi tedrisat kanunun kabülü
1924 Tekke ve zaviyelerin kaldırılması
1925 Uluslararası takvim ve saatin kabülü
1925 Türk medeni kanunu ,Türk ceza kanunu,Borçlar hukukunun ve soyadı kanununun kabülü
1926 Kılık,Kıyafet ve şapka kanununun kabülü
1928 Latin harflerinin kabulü
1937 Laiklik ilkesinin kabülü

Türk marif teşkilatı (Milli Eğitim Bakanlığı) Cumhuriyetin kabulü ile Osmanlı devrinden gelen bütün kurumları ortadan kaldırmanın çabası içinde bulunuyordu.

Tamamiyle dinsel kurumlara ve onların temel felsefesine dayanan medreselerin yerine çağdaş okulların açılması ve eğitimin birleştirilmesi gerekiyordu. İlk iş Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupanın o zamana göre modern sayılabilecek kanunlarının iktibas yoluyla kabülü yapılarak yukarda belirtilen devrimler gerçekleştiriliyordu.

Laiklik bir kavram olarak Avrupa’da doğup gelişmiştir.Ortaçağ Avrupa’sında,önce Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması ve arkasından Batı Roma imparatorluğu’nn yıkılmasndan sonra büyük bir otorite boşluğu ortaya çıkmış bulunuyordu.Kilise ile siyasi otoriteler arasında başlayan hakimiyet mücadelesi sonunda dinsel otorite zayıflamış ve Avrupa insanın dini inançlar karşısında tarafsız bir konuma gelmiştir.

İslam hukukunda devlet işlerinin de dini esaslara dayandırılması sonucu devletin teokratik yapısı, yeniliklere daima dini nedenlerle engel olmakta; her yenilik hareketi Şeyhülislamın fetvasıyla durdurulmaktaydı.

Hiç yorum yok: