15 Kasım 2009 Pazar

HESAP VERİYORUM -2-

Din uleması diye halkı soyan cahil ve bağnaz hocaların sultası kalkmış, köylerden başlaması hedeflenen ilk öğretim ve okuma yazma seferberliği ilan edilerek yepyeni bir aleme doğru ilk ve kararlı adımlar atılmıştı. İleride daha detaylı olarak anlatacağım bu konuyu burada keserek, çocukluğumun ilk günlerine devam etmek istiyorum.

O gün Konaklı diye bilinen Ferzat köyüne Çorum’dan kuzeye doğru Samsun yolu istikametinde yaylı diye bilinen tek atlı arabayla bir günlük bir yolculukla gidilebilirdi. Konaklı köyü Sabuncu beli diye bilinen mevkiin sonunda düz bir ova üzerinde kurulmuş, ikiyüz hanelik, tarım geliri ile geçinen, tamamen kırsal kesimin oluşturduğu bakımsız bir köydü. Köy konağı diye bilinen, tek odalı kerpiç binadan ibaret okuldan başka olanak mevcut değildi. Sıra diye bir şey yoktu; öğrencilerin getirdiği minderlerde oturduğu bir derslik vardı. Yüz numarası bile bulunmayan ilkel bir derslikdi. Babamın ilk anıları büyük hayal kırıklığının verdiği şaşkınlıktır. Ne yapacak, burayı nasıl bir okul haline getirebilecek? Bugüne kadar elifi mertek sananlara, ders denilen bu bilgileri ve en zoru da henüz hiç bir köylünün bilmediği yeni harflerle okuma yazmayı nasıl öğretebilecek?

Yapılacak ilk iş olarak kendini köylüye kabul ettirmekle başlamalıdır ki; babam da bu yolu seçmekle işe başlamıştır. Köyün ileri gelenleri ile yaptığı ilk söyleşide kendisinin daha önce medrese tahsili görmesi nedeniyle, dini konularda köyün imamından çok daha bilgili olduğunu köylüye göstermiş ve bütün şüpheleri dağıtarak durumu kendine lehine çevirmeyi başarmıştır. Bir toplumun önceden şartlanmış olduğu temel devranışları bir anda tersine çevirmek olanaksızdır. Bunu kavrayamayan sözde münevver diye bilinen nice okumuş kişiler, kendilerinin her davranışının doğruluğuna inanarak ve geri kalmışların yanında kendilerini büyüklük kompleksine kaptırarak, her şeyi bir anda berbat ederler. Sonunda başarısızlıklarının günahını da o cahil varsaydıkları toplumlara yükleyerek “Zaten esases bu millet adam olmaz” deyip, sorumluluğu kendileri yerine cahil saydıkları ve aşağıladıkları insanlara yükleyerek, işlerinin bittiğini zannederler. Bunun bir sebebi de Osmanlı kültüründe münevverlerin halktan kopuk olmasının bir meziyet olarak sayılmasıdır. Halbuki asıl cehalet ve yeteneksizlik tamamen kendilerindedir. Atatürk’ün büyüklüğü halkını çok iyi tanıması ve onu severek onunla bütünleşebilmesindedir.

Babamın zekası bu çıkmazın ilk engelini halkla bütünleşerek ve onları severek, üstün bir başarı ile aşması ile sonuçlandırmıştır. Aradan geçen 34 yıl sonra CHP il başkanlığına aday olmak üzere yaptığım çalışmalar sırasında aynı köye bir kez daha gidişimde de bizzat gördüm ve inandım ki halka bir verirsen aynen buğday ekiminde olduğu gibi yirmi mislini alırsın. Yeter ki vermesini bil.

Hiç yorum yok: